Rüzgâr hırçınca esiyor, Sydney’nin beyaz sarı saçlarında dans ediyordu. Kış kendini göstermeye başlamıştı. Tepede kibirlice parıldayan güneşe aldananları avucunun içine alıp onlarla oynuyordu sanki. Sydney de güneşe kananlardandı; ellerine, yüzüne buzdan iğneler batıyordu şimdi. Ama bunun bir önemi yoktu, her şey yakında mükemmel olacaktı. Koyu kahverengi, ince paltosuna daha da sıkı sarıldı. Muggle Londrasının sokakları her zamanki gibi kalabalıktı. Sıkıcı koşuşturmacanın içinde görünmez olmuş, yıkılmak üzere olan bir binanın önünde durdu. Kız kardeşinin dairesi bu apartmandaydı. Kardeşinin böyle bir yerde oturuyor olması onu hiç etkilememişti, aslında memnun bile olmuştu. London hak ediyordu çünkü başına gelen her şeyi.
İntikama giden alevden köprüde yürüyordu Sydney. Adımlarını, ayaklarına ağırlık bağlanmışçasına yavaş yavaş atıyordu; köprünün her tahtasında birer birer durup sıcaklığı hissetmek istiyordu çünkü. Alevler yakmıyordu, tenini okşayıp ısıtıyordu onu. Arkasında London’ın olduğunu bildiği kapıya yaklaştıkça daha da yavaşladı ve bir metre kala durdu. Her şeyi mahvetmeden önce son bir kez düşünmek istiyordu, her şey için çok geç olmadan. Yapacaklarının öfkesinin meyvesi olmadığından, yapılabilecek en doğru şey olduğundan emin olmalıydı. Ne var ki hamile bir kadın asla doğru düşünemezdi, hele ki aldatılmış bir hamile kadın… Çenesi hafifçe havaya kalktı ve buz mavisi gözleri kısıldı. Ağladığının farkında değildi, sıcak gözyaşları yanaklarından süzülüyordu oysa apartmana girdiğinden beri. Kendinden emin bir şekilde iki adım daha attı ve kapının yanındaki zile bastı. Çalışmıyordu, kapıya iki kez vurdu. Yarım dakika kadar bekledikten sonra kapı açılmayınca tekrar, daha da sert bir şekilde vurdu. İsterse kapıyı kırabilirdi, tahtası muhtemelen çürümüştü çünkü. Ama Sydney her şeyin planladığı gibi olmasını istiyordu. Acı ve vahşet dolu, ama bir o kadar da güzeldi birkaç dakika sonra olacak olanlar. Kalbi heyecandan çığlıklar atıyordu; bir saatin tiktakları kadar ritmik ve düzenliydi sesi, sadece çok daha hızlısıydı. Sydney asasını ses tellerinin olduğu yere dayadı ve Frederick’in sesine benzemesi için büyüledi. İçeriden London’ın tiz, ama insanın hoşuna giden sesi geldi. Fahişelere özgü bir tınısı vardı.
“Rick, sensin değil mi hayatım?”
Sydney içinden kahkahalar atıyordu. Rick’ten başka kim olabilirdi ki, ne de olsa ”yeni” evlerini kimse bilmiyordu, değil mi? Sessizce kıkırdadı.
“Benim, almam gereken dosyaları unutmuşum. Kapıyı açar mısın London?”
Kapının kilidinde dönen anahtarın sesi boş apartmanda yankılandı. Kapı aralanır aralanmaz Sydney içeri daldı hemen ve kapıyı kapattı. London’ın yüzüne şok ifadesi yerleşmişti. Hastalıklı gibi görünüyordu. Sadece üzüldüğünde hafifçe belirginleşen çilleri bu kez burnunun üstüne ve yanaklarına açık kahverengi lekeler halinde dağılmıştı. Yeşil gözlerinde eski parıltı yoktu artık, donuk ve hüzünlü bakıyordu. London’ın saçlarını hiçbir zaman böyle görmemişti Sydney. Uyurken bile taranmış, toplu olurdu ikizinin saçları. Şimdiyse yağlanmış, kim bilir ne zamandan beri tarak yüzü görmemişti. Özensizce, eski püskü giyinmişti. Günlerdir yıkanmadığı, teninden yayılan yoğun ve mide bulandırıcı kokudan anlaşılıyordu. Açık ağzından, eskiden bembeyaz ve düzgün olan dişerinden eser kalmadığı görünüyordu. Sydney bir anlığına acıdı ikizine, ama bu çok kısa sürdü.
“Ne arıyorsun burada? Rick’e ne yaptın?”
London her zaman çok iyi bir oyuncu olmuş olduğundan ses tonu cesur geliyordu kulağa. Onun düşmüş olduğu durumu görmemiş olsa, ikizinin gerçekten korkmadığına inanabilirdi Sydney. Ama Londra’nın en harika yerindeki lüks malikânesini satmış, Sydney’nin onları bulamaması için tanrının sırtını döndüğü bu mahalleye, klostrofobik bir eve taşınmıştı. Ev kirden geçilmiyordu, örümcek ağları kaplamıştı her yeri ve kapının yanında bir fare yuvası vardı. İçinde yaşayan fare ölmüş olacak ki, tüm odayı dolduruyordu leş kokusu. Sydney kusmamak için kendini zor tutuyordu. Tek bir oda ve tuvaletten ibaret olan ev gerçekten de berbattı. Sydney odada gözlerini gezdirirken koltuğun üstüne rasgele atılmış açık mavi bir gömlek gördü. Kapı açılmadan önce dinmiş olan yaşlar tekrar birikti gözpınarlarında. Frederick’le birlikteyken hep Sydney giyerdi o gömleği, ancak aldatıldığını öğrenip ayrıldıktan sonra Frederick alıp götürmüştü onu, tıpkı Sydney’den alıp götürdüğü diğer şeyler gibi. Sydney yutkundu, hiçbir şey söyleyemedi. Konuşursa sözcüklerle beraber gözyaşlarının da sel olup gideceğini biliyordu çünkü. Zayıflıktı onun için ağlamak, yalnızca aşağıdakiler ağlardı. O gün ağlayacak olan biri varsa, o kişi London ya da Frederick olmalıydı, asla kendisi değil. Yavaşça ikizine doğru bir adım attı Sydney, London korkarak geriliyordu. Bir an beden kilitleme büyüsü yollamayı düşündü ama kendine engel oldu, büyü kullanmayacaktı o gün. Elini paltosunun cebine attı ve soğuk metal, tenine değdiğinde kendi kendine gülümsedi. Eğlenceli bir gün olacaktı. Cebindeki kasap bıçağını hissetmek ona bir şekilde kendine güven aşılamıştı. Küçük sehpanın arkasına büzülmüş olan London’a acırmış gibi bir bakış attı ve ona doğru yürüdü. London ağlıyordu. Elleriyle saçlarını tutmuş farkında olmadan çekiyor, Sydney’ye yalvarıyordu.
“Lütfen affet. Lütfen, lütfen, lütfen…”
Sesinde acı vardı, pişmanlık doluydu. Sydney bir kez daha gülümsedi ve siyah çizmesinin topuğuyla London’a bir tekme savurdu. İkizi acıyla haykırırken Sydney içinden her şeyin harika olduğunu geçirdi, ama birkaç tekme yeterli değildi. Eğildi ve London’ın soluk turuncu bluzundan çekerek yerden kaldırdı. Sonra oturmasını emrederek çantasını savurur gibi koltuğa fırlattı onu. London’ın hıçkırıkları odada yankılanıyordu. Sydney yanında getirmiş olduğu ince ama sağlam halatlarla London’ın elleriyle ayaklarını bağladı. Sonra arkasından dolaştı. London korkulu gözlerle Sydney’yi izliyordu, bu rahatsız ediciydi. Sydney onun kafasını sertçe çevirdi ve kapıya doğru bakmasını sağladı.
“Şimdi ne görüyorsun, söyle!”
“Hiçbir şe… şey… Sa… sadece ka… kapı…”
“Bana ne gördüğünü söyle!”
“Sydney se… seni anlamıyorum ve ne… ne yapmak istediğini… Lütfen beni bırak, sana yalvarıyorum, ne istersen yaparım!”
“İyice bak o kapıya o zaman London, dikkatlice bak…”
London’ın tam arkasına geçip biraz eğildi. Ellerini onun saçlarında gezdiriyordu. Sonra yavaşça kulaklarına dokundu, yanaklarını okşadı ve gözlerine ulaştı. Gözyaşlarıyla ıslanmış, yapış yapış olmuştu göz kapakları.
“Gözlerini açmanı istiyorum!”
“A… ama ellerin gözkapaklarımın üstünde…”
İkisine de iki küçük çocuğu anımsattı bu sözler. Büyücülük dünyasından, aşktan, ihanetten haberi olmayan iki küçük kız çocuğunu… Küçüklüklerinde birbirlerinin gözlerini kapatır, “Bil bakalım ben kimim?” diye sorarlardı. Diğeri de bilmiyormuş gibi yapar, gözlerinin kapalı olduğunu söyler, bir sürü isim sayardı ikizininkinden önce. Ama bunlar artık çok gerideydi, sis perdesinin gerisinde kalmış silik ama hoş birer anıydı hepsi. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı gerçeğini her seferinde ikisinin de yüzüne vuran, kalplerine kızgın iğneler batıran anılar…
“Sana gözlerini açmanı söyledim!”
London’ın hıçkırıkları şiddetlendi ve bedeni sarsılmaya başladı. Sydney her şeyin çabuk olması için iki parmağını aynı anda kullandı. İkizinin çok fazla acı çekmesine şimdilik gerek yoktu. İşaret parmaklarını London’ın gözlerine batırdı, bir üzüm tanesinin ezilmesi gibi ses çıkmıştı. Sydney’nin midesi bulanmıyordu, tek hissettiği gittikçe artan bir zafer duygusuydu. London çığlık attıkça daha da derine soktu parmaklarını; London bağırıyordu, kulakları sağır eden çığlıkları boğazını yırtarcasına çıkıyordu ağzından. Sydney parmaklarını çevirdi ve gözler yuvalarında kalsın diye yavaşça geri çekti. London hala bağırıyordu.
“DUR! LÜTFEN DUR! BIRAK! GÖZLERİMİ BIRAK! GÖZLERİM!”
Mecali kalmayınca çığlıkları dindi. Oysa yalnızca iki buçuk dakikadır bağırıyordu. Sydney iğrenerek elini Frederick’in gömleğine sildi. Nefreti azalacağına köklenmişti şimdi. London’ı parçalamak istiyordu. Ama önce biraz oyun oynamanın hiç de sıkıcı olmayacağını düşünüyordu. Cebindeki bıçağı çıkardı ve metalin soğuğunu hissetti. Başparmağını bıçağın keskin yerinde gezdiriyor, London’a biraz zaman vermek istiyordu. Zorlu bir gün olacaktı onun için.
“Beni öldürecek misin?”
“Hayır.”
“Daha kötüsünü yapacaksın, değil mi?”
Sydney cevap vermedi, elindeki bıçağı London’ın boynunda yavaşça gezdiriyordu. Onun soğuğu hissetmesini istiyordu çünkü. Kendi içerisindeki boşluğu gözlerini alarak vermişti ona. Şimdiyse yaz ortasında kışı, alevler arasında buzu hissetmesi gerekiyordu. Ancak korku yapabilirdi bunu, katıksız korku.
“Sana ne yapmamı istersin London?”
“Katiller kurbanlarına bunu sormazlar Syd.”
“Seni öldürmeyeceğimi söylemiştim, katilin olmayacağım.”
“Evet, sen Azrail’in kendisisin zaten.”
“Doğru tespit.”
Bıçağı son bir kez, London’ın şah damarının üzerinden geçirdi ve bıçağı tekrar cebine soktu. Eliyle London’ın kırmızı saçlarını karıştırdı. Sonra diğer cebindeki makası çıkardı ve rasgele kırpmaya başladı.
“Sadece saçlarım mı?
“Kafa derini de mi yüzmemi isterdin?”
London cevap vermedi. Korktuğu ve Syndey’nin ciddi olduğunu düşündüğü her halinden belliydi. En azından sadece iki göz ve saçlarla kurtulamayacağını biliyordu o gün. Aksini söylemiş olsa da Sydney’nin onu öldürmeden gideceğini sanmıyordu. London tekrar ağlamaya başlamıştı. Sydney yeterince kestiğinden emin olduktan sonra bıçağını tekrar eline aldı. Bu kez gerçekten öldürecekti, yeterince oynamıştı çünkü. Düşünmek için kendine fırsat tanımadan, tek bir hamlede elindeki kasap bıçağını London’ın göğsüne sapladı. London’ın son çığlığı, Sydney’nin o ana kadar duyduğu hiçbir çığlığa benzemiyordu. Son nefesi olduğunu bilirmişçesine hızlıca nefes almış, aynı hızla vererek, karanlığı yaran bir şimşek gibi, aniden atmıştı çığlığını. Sydney’nin içinde bir yara açılmıştı şimdi, ama London’ın soluk turuncu tişörtünün göğsündeki kırmızı leke büyüdükçe küçülüyordu o yara. London’ın tüm bunları hak ettiğine sonuna kadar inanıyordu çünkü. Asasını, kılıcını kınından çıkaran bir savaşçı gibi cebinden çıkardı ve küçük bilek hareketlerine eşlik eden mırıltılarla tozlu parkenin yanıyor gibi görünmesine neden olan tutam tutam saçları ve etrafa sıçramış kanları temizledi. Asasını cebine sokmadan önce kanamanın durması için büyüledi London’ı. İğrenirmişçesine, işaret parmaklarıyla ittirerek cesedin uzanıyor gibi görünmesini sağladı. Koltuğun kenarına parmaklarını silmeden önce ikizinin ürpertici, irisleri oyulmuş gözlerinin üzerine porselenden gözkapaklarını indirdi. Şimdi gerçekten de uyuyor gibi görünüyordu. Asasını tekrar çıkararak yere düşmüş battaniyeyi kaldırdı, ölü ikizinin üzerine örttü. İşi bitmişti şimdilik, eski yaşamı kaldığı yerden devam edecekti. Mugglelar cinayeti çözemeyeceklerdi, hiçbir şey anlamayacaklardı, Frederick deliye dönecek, belki de intihar edecekti. Sydney mutlu olacaktı ama, tüm bunları dev malikanesinde, yeni sevgilisi ve küçük oğluyla mükemmel bir yaşam sürerken izleyip kendi kendine gülecekti. Kapıyı aralık bırakarak dışarı çıktı, dik merdivenleri zorlukla inerek kendini yine insan selinin akışına kaptırdı.